Interrail Günlükleri – Amsterdam 2

Serhat L. Bora

Serhat L. Bora

Proud Uncle & Social Entrepreneur

Dördüncü Gün – Amsterdam

Amsterdam Centraal’e indiğimiz de hepimiz yorgun ve uykusuzduk. Fakat bizi güneşli bir şekilde karşılayan bu özgürlükler şehri, gardan dışarı çıktığımız an bizi motive etmeyi başarmıştı.

Dosdoğru turist bilgilendirme yerine gittik. Haritalarımızı ve ucuz bilet bilgilerini öğrendik. Her köşe başında bulabileceğiniz indirim kuponlarını toplayıp kanal turu, Madame Tussauds müzesi, Amsterdam Dungeon gibi yerler için paranızın bir kısmını elinizde tutabiliyorsunuz. 
Eşyalarımızı bırakıp dolaşmak için hostel aramaya koyulduk. Bir çoğu ya dolu ya da çok pahalıydı ve günlük harcama limitimizi aşıyordu. En kötü garda yatacaktık fakat son bir şans olarak Amsterdam Centraal yakınlarına bakmaya başladık. En son bulduğumuz yerde hepimiz artık bunalmış ve eşyalardan dolayı bir hayli yorulmuştuk. Valizlerimizi kapıda bırakıp bir hostelin içine girdik. Kim konuşacak diye tartışırken aramızda ki tek kadın arkadaşımız atıldı ve inglizce konuşarak mevzuya girdi. Anlattı da anlattı fakat adamda tepki yoktu. Bir ara sessizlik oldu ve ”- Televizyona bakın bakayım hangi kanal açık ?” diye bir cümle duyduk. Hepimiz televizyona baktık ve TRT3 Meclis Tv açıktı. Adamın bizimle Türkçe konuştuğunu çok sonra anladık. Herkes ingilizce konuşuyor gibi geliyordu. Sonra güzel bir rahatlama ile valizlerimizi içeri taşıdık ve hostel sahibinin demlediği çayları içmeye başladık. Bayadır çay içmemiştik ve bu bize çok iyi gelmişti. Karşımızda kanallar, coffee shoplar ve Amsterdam, biz ellerimizde demleme çay içyiroduk.

Odamıza yerleştikten sonra sıra Utrecht’e erasmus yapmaya gelmiş arkadaşımızla buluşmaktaydı. Bu yüzden Dam Meydanına gidecektik. Güzelim güneşli hava yerini bulutlu klasik bir Avrupa havasına bırakmıştı. Bizim dışımızda herkes hazırlıklıydı ani bir yağmura. Beklediğimiz arkadaşımız gelmişti direkt olarak beklemeden bir coffee shop’a geçmiştik. Burada ki yöresel lezzetleri tatma zamanıydı. 🙂 Güzel bir filtre kahve ile saatlerce vakit geçirdik. Sohbetler uzadı da uzadı 🙂 Ardından hostelimize geri dönmeye karar verdik. Biraz dinlenip gece tekrardan dışarı çıkacaktık. Hostele geldiğimizde bizi karşılayan amca, iki gün ayırttığımız odamızı eğer kalacaksak daha da uzatmamızı söyledi çünkü iki gün sonra Uluslararası Öğrenci Konferansları yapılacakmış ve bu sebeple hiç bir hostelde yer bulamayacağımızı söyledi. Bunu düşüneceğimizi söyledik ve odamıza çekildik.

Ertesi gün Amsterdam’da gezmek için hazırdık. Uykumuzu almış sıra karnımızı doyurmaya gelmişti. Rijksmuseum karşısında ki Van Gogh Müzesinin güzel yeşil bahçesinde oturup, ucuz bir marketten aldığımız malzemelerle sandviçlerimizi hazırlayıp bir güzel yedik. Ardından klasik olarak ”Iamsterdam” yazısının önünde fotoğraf çektirerek bahçeye tekrar döndük. Biraz keyif yaptıktan sonra şehri keşfetmek için tekrardan yürümeye koyulduk. Yakınlarda ki birbirine paralel sokaklarda kaybolurken birden karşımıza ufak ve tatlı bir antikacı çıktı. Fazlaca antika meraklısı olduğum için uğramak istedim. Diğer arkadaşlarımda onay verdiler ve dükkana girdik. İçeride ki eski ve yaşanmışlık kokusu hemen sizi içine çekiyor. (Fotoğraf Notu: Arkadaşımın hala ”a” harfine nasıl çıktığını hatırlayamıyorum 🙂 )
İçeride kıyafetlere ve eski bavullara bakarken eski bir radyodan Frank Sinatra çalmaya başladı. İzin isteyerek sesini biraz açtım. Müzikle beraber antikalara bakarken şarkı bitince sesini radyonun sesini tekrar kıstım ve alt katına indim. Güzel tahta antika bir bavul buldum ve yukarı çıkıp fiyatını öğrendim. Bunlar olurken içeride çalışan ve izin istediğim bir hanımefendi bana dönerek ”- Bakın bu şarkıyı da seveceksinizdir” diyerek Edith Piaf’ın La Vie En Rose şarkısının sesini açtı. Kala kalmıştım. Fransızca şarkıları çok severdim ve Edith Piaf benim için bir numaradır. Ardından antikacının sahibi adam bizlere yeşil çay demleyerek antika fincanlarda servis yaptı. Her şey o kadar filmlerde ki gibiydi ki, mest olmuştum.

Yorumlar (0) Yorum Yap

/