Alışkanlık Takası Üzerine

SEANS 1

Bir süredir tuvalete gittiğim zamanlarda telefonumu da yanımda götürme alışkanlığını bırakmaya çalışıyorum. Telefonlarımızın tuvalet alışkanlığımızın neredeyse bir parçası haline geldiğini inkâr etmek zor. Neredeyse tuvalet kâğıdı kadar gerekli bir şey haline geldi. Her alışkanlığı bitirmek için olduğu gibi bu alışkanlığı (ya da bağımlılığı; çünkü her alışkanlık sürdürüldükçe bir bağımlılığa dönüşür) da sonlandırmanın en iyi yolu onun yerini dolduracak yeni bir eylemi o eylemle değiştirmek olacaktır.

İşte bunun için denemeye karar verdiğim yol; telefonu, kitap, dergi vb. bir şey ile değiştirmek oldu. Yani birini bitirmek için başka bir tane kazanmam gerekecekse en azından bu takası faydalı olanı elde etmek için yapayım diye düşündüm. Fakat bunu sürekli hale getirememek öyle ya da böyle bir zaman sonra telefonun tekrar olaya dâhil olmasıyla sonuçlandı.

Tam da bu noktada bir yerlerde yanlış yaptığım ortada. Bunun da olay örgüsü olmayan, birbirinden bağımsız okumalar yapıyor olmaktan kaynaklanıyor olabileceğini düşünüyorum. Çünkü bir okuma sonlandırılmadığında daha sonra ona devam etmeyebiliyorum veya mevcut okumanın çok uzun olduğunu düşünüp hiç okumayabiliyorum. Ya da birbirine paralel iki eylem gerçekleştirildiğini düşünürsek (tuvalette esas olma nedeniyle birlikte okuma) metne odaklanamayabiliyorum. Özetle elimde bir sorun, bu soruna konulmuş (ama doğruluğu deneyerek anlaşılabilecek) bir teşhis ve bu teşhise getirilmiş bir çözüm önerisi var. Geriye kalan ise denemeler yoluyla teşhis-öneri birlikteliğinin doğruluğunu incelemek olacak.

SEANS 2

Deney için Timothy Snyder’in Tiranlık Üzerine – Yirminci Yüzyıldan Yirmi Ders kitabını seçtim. Bu seçimin nedenlerinden ilki çok uzun bir kitap olmaması (107 sayfa). İkinci olarak birkaç sayfalık başlıklar halinde yazıldığı için uzun okuma yapma, sıkılma, metinden kopma vb. sorunların önüne geçmiş olacağım. Üçüncü olarakta okumanın süresini tuvalette esas olma durumu belirleyeceği için süre açısından bir optimizasyon sağlanmış olacak. Bu süreçle ilgili en merak ettiğim şey ise kitabın beni yakalayıp amacının dışına çıkarak günlük okumalarımdan biri haline gelip gelmeyeceği.

SEANS 3

Birkaç dakikalık ilk okumayı yaptım. Ama ilk okuma seansı olduğu ve ben bunu ısınma turu olarak gördüğüm için sadece kitap ve yazar ile ilgili bilgilendirme metinlerini  ve kitabın son üç sayfasında yer verilmiş olan kitap önerileri kısmını okudum. Doğal olarak henüz bir şey söyleyemiyorum. Ama metin üzerine düşünmeye başladığımı söyleyebilirim. Çünkü kitap şu cümleyle başlıyor:  
“Siyasette kandırılmış olmak bir mazeret değildir.” (Leszek Kolakowski)

 SEANS 4

Gerçek anlamda ilk okumanın yapıldığı seans buydu. Biraz stresliydi ama bu bir alışkanlığı bir diğeriyle değiştirmeye çalışıyor olmaktan değil bunu yazıyor olmaktan kaynaklanıyordu. Seans sonrası beynimde yankılanan şey ise Aristoteles’in eşitsizliğin daima istikrarsızlık getireceği sözü oldu. Guy Standing’in Prekarya’sını yeni bitirmiş biri olarak fırsat eşitliği kavramı üzerinde çokça düşündüğümden kaynaklanıyor olması kuvvetle muhtemel.

SEANS 5

“Otoriterliğin sahip olduğu gücün büyük kısmı özgür bir iradeyle verilir.”

Seansın en akılda kalıcı sözü yukarıda yazan giriş cümlesiydi (bölüm başlığını saymazsak: Peşinen İtaat Etmeyin). Okumanın bu bölümü bireylerin otoriter yönetim karşısında beklentiye dayalı itaatini irdeliyor ve talepleri daha talep edilmeden yerine getirmelerinin altında yatan noktalara değiniyor.

Okuma sonrası aklımda canlanan; Yuval Noah Harari’nin 2018 yılında faşizmin kötü yanlarından bahsederken onu bir canavar olarak tasvir ettiğimizi ancak çekici yanlarından hiç bahsetmediğimizi söylediği TED konuşmasıydı. Filmlerdeki kötü karakterlerin her zaman için kötü diyebileceğimiz davranışları ve fiziksel özellikleri ile tanımlandığını ve kötülerin de beyaz giyebileceğine odaklanmadığımızı belirtiyordu. Bir sistem bir kişiyi olduğundan daha güzel gösterebilir ve böylece bu kişi hizmet ettiği şeyin çirkin ya da kötü bir şey olmayacağını düşünebilir diye belirtiyor Harari konuşmasında. Düşüncenin hatalı olduğunu kabul etmekle birlikte olası olduğunu da inkar edemem.

SEANS 6

Bu seansın okuması kurumları korumak ve tek partili devlet sisteminden kaçınmak üzerineydi. Kurumları korumak bölümü Martin Niemöller’e ait bir metni bana hatırlattı:

“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim.
  Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat        değildim.

(…)
  
Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.” 
Tek partili devlet sistemi bölümü ise İlber Ortaylı’nın Mustafa Kemal kitabında belirttiği “Türkler monarşik değillerdir ama monarklarını severler.”  sözünü aklıma getirdi.
SEANS 7

Nesnelerin de en az bizler kadar yaşanmışlıkları var. Onlarla ilgili hissettiklerimizin bir kısmını bu yaşanmışlıklar oluşturmakta. Yazar, kitabın bu bölümünde yaka rozetlerinin geçmişteki masumiyetten uzak kullanımını anlatıyor. Nazi Almanya’sında bu rozetlerin rejimi desteklemek ve Yahudi olanları ayırmak gibi nedenlerle kullanıldığını anlatıyor. Tam da bu noktada Alain de Botton’ın Mutluluğun Mimarisi kitabına dönüp “propaganda” kelimesi için söylediklerine bakabiliriz:
“Propaganda sözcüğünü duyduğumuzda irkiliyoruz. (…) Fakat propaganda terimi herhangi bir doktrinin ya da inançlar bütününün tanıtılması anlamına gelir ve kendi başına olumsuz bir anlam taşımaz. Bu türden tanıtımların çoğunlukla iğrenç siyasi ya da ticari amaçlara hizmet için kullanılmış olması sözcüğün hatası değildir.”
SEANS 8
Bu seansın okuması mesleki ahlak değerleri üzerineydi. Bölüm, yakın zamanda izlediğim “Never Look Away” filmindeki bir sahneyi hatırlattı bana.
Filmde İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman doktorlardan, Alman nüfusunun en zayıf halkası olarak nitelendirdikleri akıl hastaları ve fiziksel sorunları olanları kısırlaştırmaları isteniyor. Daha sonra da bu grup içinde gereksiz olarak nitelendirilebilecek olanların yine bu doktorlar tarafından dosyalarına işaretler konulması ve böylece savaşta yaralanacak askerler için gereken hastane yataklarının/odalarının bu gereksiz (!) kişiler tarafından işgal edilmemesi talep ediliyor ve bu talep yerine getiriliyordu.
Peki mesleki ahlak ya da etik değerleri açısından benzeri bir durumu günümüz dünyasında ve mesleklerinde görmediğimizi söyleyebilir miyiz?
SEANS 9 

Bu seansın değerli bulduğum yanı, bu yazıyı kaleme almamı destekler bir nitelik taşımasında saklıydı. Metin, herkesin kullandığı cümleleri telaffuz etmekten kaçınmak ve bunun için de kendimizi internetten uzak tutup kitap okumaya yönlendirmek üzerine kuruluydu (2017’de DHA’nın haberleştirdiği ve TÜİK verilerine dayanan haberde Türkiye’de kitap okumaya ayrılan günlük ortalama sürenin 1 dakika, televizyon izlemeye ayrılan günlük ortalama sürenin 6 saat ve internete ayrılan günlük ortalama sürenin 3 saat olduğu belirtiliyordu). Ayrıca yapılan okumaların belirsiz durumlar karşısında nasıl hareket edeceğimize yönelik düşüncelerimizi ve eylemlerimizi şekillendireceğini ifade ediyordu.
Yazar, metinde ekranların klişelerle dolu olmasından, aynı şeyleri aynı sözlerle anlatmaktan ve içeriklerin sığlığından bahsederken kendimizi farklı şekillerde ifade etmemizin önemini de şu sözlerle anlatıyordu:
“Görsel uyaranlardan etkilendiğimizde olguların biçim ve önemlerini tanımlama çabası, kendimize ait sözler ve düşünceler gerektirir.”
  
 
SEANS 10
“Eğer sistemin temel direği yaşayan bir yalansa, bu sistemi tehdit eden şeyin gerçekler olması hiç de şaşırtıcı değildir.” (Vaclav Havel)
Bir şeyin gerçek mi yoksa yalan mı olduğunu nasıl anlarsınız? Başkalarının sahip olmadığı bazı güçleriniz yoksa bu soruya cevap verebilmenin en mantıklı yolu sorunun içeriğini oluşturan konu ile ilgili araştırma yapmak, elde edilen bulgular üzerinden de yeni ve uygun soruları sormaya devam etmek olacaktır. Peki bir şeyi araştırmaya nereden ve nasıl başlarsınız? Verileri anlamlı birer bulgu haline getirmek için neler yaparsınız? Soruları bu şekilde çoğaltmaya devam edebiliriz.
İşte bugünkü seansın konusu da araştırmalar yoluyla bir durumun gerçek ya da yalan olma durumunu test edebilmek üzerineydi. Yazarın yaptığı çıkarımlardan bir tanesi şuydu:
“Elde ettiğiniz bilgileri sırf kendinizi tatmin etmek için doğrulamışsanız, başkalarıyla yalan haberler paylaşmazsınız.”
Peki bu sözün mottomuz olması, yaşadığımız yeri şu ankinden daha iyi bir yer yapabilir mi?
SEANS 11

Bu seansta bahsetmek istediğim şey; birini ancak o kişiyle iletişimde olduğumuz süreçte, bize nasıl davrandığı ile hatırladığımızdır. Yani kişiyi yaşanan süreç ile süreci de kişinin o esnada seçtiği eylemler ile ilişkilendiririz. Ancak aynı kişi ile kurulan her yeni iletişimin, o kişinin karakteri ile ilgili öncekinden daha kalıcı bir etkisi olduğu da bilinen bir gerçektir. Hatta bu durum, sürecin ana karakterlerinden biri olmadığımız durumlar için de geçerlidir. Örneğin Ölü Ozanlar Derneği filmini ele alalım. Filmdeki “Cameron” karakteri ilk olarak arkadaşlarının ders çalışmasına yardım eden, onları düşünen biri olarak karşımıza çıkar. Daha sonra Keating’in öğrencilerine kitaplarının bazı sayfalarını yırtmalarını söylediği sahnede bunu yapmakta uzunca bir süre tereddüt eden ve sonunda da bu eylemi gerçekleştirirken önce cetvelini sayfaya dikkatlice yerleştiren ve sayfaları düzgünce yırtan biri olarak görürüz. Başka bir sahnede ise şiir kulübünün bir üyesi olarak arkadaşlarıyla birlikte mağarada şarkı eşliğinde dans ederken izleriz. Bütün bu anlar karakter ile ilgili bir şeyler anlatır. İzleyicinin karakterin özelliklerini adım adım işlemesine imkan verir. Ancak onun izleyici üzerinde bıraktığı esas etki filmin sonlarına doğru Keating’in suçlanmasına ve okuldan atılmasına destek verdiği sahne ile şekillenir. Film sona erdiğinde Cameron, yardımsever, düşünceli, dikkatli ya da eğlenceli biri olarak değil bencil biri olarak imgelenir. Çünkü kendisini kurtarmak için başka birinin ipini çekmekte tereddüt etmemiştir.

SEANS 12

Bu seansın içeriğini birkaç farklı okumadan oluşturmaya karar verdim.

Öncelikle kitabın 13. bölümü, kendi güvenli bölgemizi terk etmemiz gerektiği fikrini aşılaması yönüyle önemsediğim bir bölüm oldu. Çünkü bu durumun yaşantımızın her noktasında uygulanabilirlik taşıdığını düşünüyorum. Bazı kararları sırf güvenli bölgemizi terk etmemiz gerektiği için veremediğimiz veya ertelediğimiz oluyor. Ama unutulmamalı ki şu anda güvenli bölgemizi şekillendiren nesneler, yerler ve kişiler de bir zamanlar bize yabancıydı.

14. bölümde ise Hannah Arendt’in totaliterlik kavramına getirdiği tanım, üzerine düşünülmesi gereken bir tanımdı. Arendt, totaliterlik ile kastedilenin çok güçlü bir devlet oluşturmak olmadığını, özel ve kamusal yaşam arasındaki farkın ortadan kaldırılması olduğunu söylüyordu. Burada özel ve kamusal arasındaki erimenin sakıncalı olmasının nedeni, kişinin kendisi ile ilgili olan bilgiyi kontrol edebildiği ölçüde özgür olmasından kaynaklanıyor. Aksi takdirde bu bilgi, bize yapmak istemediğimiz bir şeyi yaptırmak ya da bizim insanlar üzerindeki algımızı yönetmek ve yönlendirmek için kullanılabilir.

17. bölüm ise “sahte güvenlik uğruna gerçek özgürlükleri pazara çıkarmak” sözüyle önemli mesajlar veriyordu. Güvenliğimiz için özgürlüğümüzden bir şeyler takas etmek zorunda kalmak, üzerine dikkatlice düşünmemiz gereken durumlardan biri. Çünkü durumun sürdürülebilirliği (güvende olma durumunun devam etmesi) ile takasın devamlılığı (daha fazla güvenlik için daha fazla takas) arasındaki ilişki grafiğinin ne şekilde seyredeceğini kestirebilmek olası değil.

SEANS 13

“Hayal bile edilemeyen gerçekleştiğinde sakinliğinizi koruyun.”

Bu söz 18. bölümün başlığıydı ve kitabın içindekiler kısmına göz atarken dahi içeriği konusunda beni en çok meraklandıran başlıktı. Gerçekten de bazen asla olmayacağını düşündüğümüz şeylerin gerçekleştiğine tanık oluruz. Böylesi bir durumun üzerimizde yaratacağı ilk etki şaşkınlık olacaktır ve bu şaşkınlık, durum üzerine düşünme ve karar verme sürecini etkileyecektir.

Kitabın önceki bölümlerinin birinde yazar, okuduğumuz kitapların bizi ileride karşılaşacağımız olası benzer durumlara ve böyle bir durum karşısında nasıl hareket edeceğimize hazırlayacağından bahsetmişti (benzer durumlar arasında ilişki kurma).

Filmlerde kahramanların bir anda bir eylemi gerçekleştirmeye karar vermesi durumunu da buna benzetebiliriz. Aslında burada ani karar verme süreci değil hızlı karar verme süreci işler. Ani karar verme; bir şeyin varlığı ve bunu bir şekilde kullanma şeklinde açıklanabilirken hızlı karar verme; o durumla nasıl başa çıkılacağını ya da o şey ile neler yapılacağını hayal edebilmekle alakalıdır. Bu hayal edebilme süreci ise durumla alakalı bilginin varlığıyla açıklanabilir.

SEANS 14

Snyder’in 20. bölüm için yazdığı “Şayet hiçbirimiz özgürlük uğruna ölmeye hazır değilsek, o halde hepimiz bir diktatörlük altında öleceğiz.” sözüyle hem kitabı hem de seansları bitirdim. Yaklaşık yirmi günlük bir okuma süreci gerçekleştirdim. Arada okuma yapmadığım günler de oldu. Bundan sonra sürecin nasıl işleyeceğini bilmememe rağmen okuma yapmadığım günlerde de telefonu kullanmak aklıma gelmedi diyebilirim.

Kitabın günlük okumalarımdan biri haline gelmesi durumu söz konusu olmadı. Seanslar üzerine yazmaya çalıştığım için yazma eylemi sırasında tekrar okuduğum, altını çizdiğim ya da notlar aldığım zamanlar oldu. Sanırım bu durum kitabın asıl amacının dışına çıkmasını engelledi. Ayrıca kitabın hızla bitmesini istemememin de bu sürece katkısı oldu. Yine yazılanlar üzerine düşünme ve fikir üretme eylemleri de bunu destekledi. Çünkü beş dakikalık okumalar, yanında yarım saatlik çalışmalar da getirdi.

Tuvalette geçen zaman üzerinden sayfalarca yazı yazmakla alakalı benim de kendime takıldığım zamanlar olmakla birlikte, okumalar üzerinden hem edebi hem de bilimsel verilerle desteklenen ve seanslar boyunca esasen tuvalette geçen bir zaman üzerine konuşulduğu durumunun eriyerek yerini fikir üretmeye ve kavramlar üzerine düşünmeye bırakması durumu, en çok önemsediğim ve üzerine düşündükçe keyif aldığım kısımdı.

Sürecin sonuna geldiğim bu anda da tuvalette fotoğraflara beğeni atmakla geçirilecek sürede bir kitap bitirmiş olmanın değerli olduğuna inanıyorum. 

Kategoriler: Kültür

Yorumlar (0) Yorum Yap

/