1937 yılında İstanbul’un Samatya semtinde doğan Agop Kotoğyan, birçok kişi onu Kolsuz Agop olarak tanır, yaşadıklarıyla azmin ve hayata sıkı sıkı sarılmanın vücut bulmuş hali diyebiliriz.
Agop Hoca, çığır açan buluşlara imza atan bir bilim insanı, cinsel yolla bulaşan hastalıklar bölümünü kuran bir öncü, yurtdışındaki üniversitelerden sık sık öğretim üyeliği teklifi alan bir akademisyen olarak hayat hikayesini bilmemiz gereken biri.
Ermeni asıllı Türk dermatolog Agop Kotoğyan bu ülkenin yetiştirdiği en önemli bilim insanlarından biriydi. Gelin onun hikayesine yakından bakalım.
Agop Hoca 1937 yılında, daha sonra 41 yıl hizmet vereceği İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde yoksul bir ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelir.
Kirkor Kotoğyan 25 yaşındayken Makruhi Hanım ile evlenir ve iki yıl sonra ilk çocukları olan Agop dünyaya gelir. Makruhi Hanım doğumu, Agop’un daha sonrasında 41 yıl boyunca hizmet vereceği İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde yapar. Babası inşaatlarda kalfalık, annesi ise bir fabrikada işçilik yaparak yetiştirir Agop’u.
Okula başladığı zaman çalışma hayatına da başlayan Agop Kotoğyan, “kolsuz” lakabını ilkokuldan mezun olduğu yıl alır. Kolunu press makinesine kaptırdıktan sonra hastaneye götürüldüğünde doktorlar “Bu çocuk yaşamaz.” der.
İlkokula giderken çalışmaya başlayan Agop Hoca, mezun olduğu yıl çalıştığı atölye’de kolunu press makinesine kaptırır. Kolu omzuna kadar parçalanmış olan Agop Hoca hastaneye götürüldüğünde doktorların Agop’un yaşayacağına dair umudu yoktur. Ameliyata alınan ve uzun bir süre komada kalan Kotoğyan bir gün gözlerini açar, yine İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde.
Tek kollu olmaya alışamaz ve okulu bırakır ancak o sene çok düşünür Kolsuz Agop. Tek kollu vücuduyla meslek sahibi olamayacağına ve ne olursa olsun okuması gerektiğine karar verir.
3 ayın sonunda sağlık açısından tamamen toparlansa da insanların ona acıyarak bakmasına çok üzülür ve babasına okula gitmeyeceğini söyler. O yıl okula gitmemiş olsa da ders kitaplarını alır ve hergün düzenli bir şekilde okur. Aynı zamanda tek kolunun olmadığını ve bu şekilde meslek sahibi olamayacağını düşünür ve kendi kendine “Okumalıyım, her ne pahasına olursa olsun okumalıyım.” der.
Ortaokulda da başarılıdır ancak lisede her yıl okul birincisi olarak eve takdirle döner.
İlkokuldan itibaren tüm eğitim hayatı boyunca bir yandan çalışır Agop Hoca. Hem eve maddi katkıda bulunur hem de küçük kız kardeşlerine hediyeler alır. Özellikle lisede başarıyı yakalayarak her yıl okul birincisi olur.
Tek kolu olduğu için en sevdiği spor olan basketbol oynamayamaz ve futbol oynamaya karar verir. Azmiyle Samatya Gençler Kulübü’nün kadrosuna girmeyi başarır.
En sevdiği spor basketboldur Agop Hoca’nın. Ancak tek kolu ile oynayamaz bu yüzden lisede futbola başlar. Etrafındakiler ona “Oynayamazsın.” dese de aldırmaz ve o dönemin ünlü takımı Samatya Gençler Kulübü’nün kadrosuna girer.
1957 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni kazanır. Hayata iki kez gözlerini açmıştır burada ve 41 yılının burada geçeceğinden habersizdir.
1957 yılında Tıp Fakültesi’ni kazanır ve iki kez hayata döndüğü hastaneye geri döner. İlk gün “Bu hastane beni kurtardı, şimdi nöbet sırası bende.” diyerek girer içeri. Özel ders vererek harçlığını çıkarır ve futbolu da bırakmaz. 6 yıl sonra yine birincilik ile bitirir okulunu.
Agop Hoca işlerini sol eliyle yapabilmek için çok uğraşır; evde portakallarla çalışarak iğne yapmayı, dikik sökük ne varsa dikerek dikiş dikmeyi öğrenir.
Aslında sağlak olan Agop Kotoğyan kolunu kaybedince sol elini kullanabilmek için çok çalışır. Üniversite yıllarında tek kolu olması onu çok zorlar. Tek eliyle şırıngaya ilaç çekip hastaya enjekte etmeyi öğrenmek için evde portakallara su enjekte eder, geceleri hastanede nöbete kalır.
Dikiş atmayı öğrenmek içinse evdeki yırtıkları diker. Çok çalışmanın meyvesini iki yıl sonra alır Agop Hoca; artık kimseden yardım almadan işlerini görebilir haldedir.
Bir yıllığına Çapa Deri ve Frengi Hastalıkları Kliniği’ne gittikten sonra Cerrahpaşa’ya geri döner. 1967 yılında araştırma yapması için okul tarafından Almanya’ya gönderilen Agop Hoca, Almancayı 4 ayda öğrenir.
Mezun olduktan sonra Çapa Deri ve Frengi Hastalıkları Kliniği’nde çalışır ve bir yıl sonra tekrar Cerrahpaşa’ya dönerek Dermatoloji Kürsüsünde asistanlık yapmaya başlar.
1967 yılında uzmanlığını alır. 1969 yılının Ekim ayında okul tarafından Almanya’ya gönderilir. Hamburg Saar Üniversitesi’nde alanıyla ilgili araştırmalar ve yapar ve Almancayı dört ay gibi kısa bir sürede öğrenir.
1972 yılında doçentliğe, 1979 yılında profesör kadrosuna girmeye hak kazanır. İngilizce ve Fransızca da öğrenir ve uluslararası düzeyde dersler vermeye başlar.
1972’de Cerrahpaşa’ya geri döner ve doçentlik sınavını başarıyla geçer. 1979 yılında ise profesör kadrosuna girmeye hak kazanır. Almanca’nın yanısıra İngilizce ve Fransızca öğrenir kendi kendine. Dünyanın dört bir yanında konferanslar ve dersler verir. 300’den fazla makalesi uluslar arası dergilerde yayınlanır.
1975 yılında evlenir. Eşi Suzan hanıma ve annesine olan minnetini şöyle dile getirir emekli olurken:
“İki kişiye teşekkür etmiyorum: Biri beni bu yolun başına kadar getiren anam, diğeri beni şu kürsüye kadar çıkaran eşim Suzan. Teşekkür etmiyorum değil, aslında edemiyorum. Çünkü onlara her şeyimi borçluyum.”
Fransa’dan Kanada’ya; Amerika’dan Almanya’ya birçok farklı ülkeden teklif alan Kotoğyan tüm bu teklifleri geri çevirir. “Ermeni olduğun için dedeni, fukara olduğun için kolunu kaybettiğin o ülkede ne işin var?” sorularına gülüp geçer ve şöyle söyler:
Evet doğrudur, ülkemde çok acı çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur, dedemi, çocukluğumu, kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak demektir yurt sevgisi. ‘Boş başak dik, dolu başak ise eğiktir’ derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret ettim. Boş başaklar gibi diklenmedim, caka satmadım, her şeyi biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine sarıldım. İşimi şansa bırakmadım. Çünkü, çok çalıştım ve boşluk bırakmadım.”
Yorumlar (0) Yorum Yap