Mustafa Kemal Atatürk’ün Tüyleri Diken Diken Eden ve Az Bilinen 10 Anısı

10 Nisan 1938’den bugüne tam 82 yıl geçti. Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatı zorlu savaşlar, yetersiz koşullar, bitmek bilmeyen düşmanlar, henüz neticelendirilmemiş bir istiklal mücadelesi ve daha pek çok zorluk ile geçti. Atatürk’ün ardından binlerce kitap yazıldı, yüzlerce anı anlatıldı. Ben de arkadaşlarının anlatımıyla; onu daha iyi tanımak, daha iyi anlamak adına Atatürk’ün arkadaşları ile anıları derlemek istedim. Okuyacağınız bu derleme Atatürk’ün gün yüzüne çıkmış anılarından sadece bir kaçı.

1) Mustafa Kemal henüz Harp Okulu 3. sınıftayken hürriyet düşüncesi aklına düşer. Harp Okulu’ndan sınıf arkadaşı Ali Fuat Cebesoy bunu “Sınıf Arkadaşım Atatürk I” kitabında şöyle anlatır:

“Mustafa Kemal’i, Harp Okulu üçüncü sınıfta meşgul eden en önemli şey hürriyet meselesi idi, bunu kurtardıktan sonra her sahada idareyi düzeltmek mümkün olabilirdi. Bunun için de muhakkak teşkilatlanmak lazımdı. Teşkilatı memleket için de ancak genç subaylar yapabilirlerdi. Mustafa Kemal’in şöyle bir tasavvuru vardı:



Üçüncü sınıf kalabalıktı. Bunlardan ancak pek az bir kısmı Harp Akademisi’ne gidebilecekti. Geri kalanlar tayin edildikleri kıtalara dağılacaklardı. Bunlardan emniyet ettiklerine daha şimdiden gittikleri yerde teşkilat kurmaları için telkinlerde bulunuyordu. Bir gün bana:
– Fuat, biliyorum bu arkadaşlar erkânı harp olamayacaklar. Fakat bizlere nazaran daha avantajlı durumda bulundukları da muhakkak. Çünkü bizden önce ordu saflarına katılacaklar, eğer Rumeli’ye giderlerse, erkânı harp çıktığımız zaman bizim için bir zemin hazırlamış olacaklardır.”


2) Mustafa Kemal’in arkadaşı olan Ali Fuat Cebesoy kaleme aldığı “Sınıf Arkadaşım Atatürk II” adlı kitabında, her şeyin henüz daha çok başındayken Mustafa Kemal’i ilk defa ağlarken gördüğü günü şöyle anlatır:

“Trablusgarp Savaşı başlamıştı. Adriyatik sahilinde toplanacak ordunun Manastır’daki kurmay heyetine tayin edilmiştim. Oraya giderken Selanik’e uğradım. İki gece üç yıldır görmediğim arkadaşım Mustafa Kemal’e misafir oldum. Mustafa Kemal, Trablusgarp’a gitme hazırlıkları içinde idi. İki gün sonra İstanbul’a hareket edecekti. Ertesi gün akşamüstü beraberce Beyazkule bahçesine gittik. Ben, Türk-İtalyan ilişkilerinin ön safhalarını anlattım. İstanbul’a yazdığım mektupları, yaptığım uyarıları tek tek anlattım. Fakat hiç birine cevap verilmediğini söyledim. İçimi döktüm. Meğer o benden dertli imiş.



Mustafa Kemal 5. Kolordu emrinde iken, gördüğü hataları ve eksiklikleri bir rapor halinde yazarak 30 Haziran 1911’de kumandana verdiğini söyledi. Raporun ana hatlarını okudu. Tümen kumnadanları görevlerinin cahil olduğunu, alay ve tümen kumandanlarının teftiş ve tenkitlerinde, cahilliklerinin subaylarda hayret ve istihza duyguları uyandırdığını, bunların emirlerindeki kıtaları yetiştirmekten aciz olduğunu yazmıştı. Aynı raporda diyordu ki: “bu hale bir an önce çare bulmaya teşebbüs, her namuslu ve vicdan sahibinin vazifesidir. Emrü kumanda salahiyetlerini haiz olmayanların bu husustaki hizmetleri, müşahade ve tetkiklerini icraat sahibi olanların şahıslara merhamet etmek zayıf kalpliliğinde bulunarak ordunun inhitatına yardım etmemeleri lazımdır.”



5. kolordu Kumandanı, bu raporu, üst makamlara, bir itaatsizlik, bir haddini bilmezlik örneği olarak ulaştırmıştı. Bu kolordu kumandanı, Selanik’i düşmana teslim eden Hasan Tahsin Paşa’dır.Mustafa Kemal “İşte sana bir kolordu kumandanı, bu adam vatan müdafaasında canla başla çalışacak. Yok öyle bir şey!” diyordu. Mustafa Kemal’in bu akşam mahzun bir hali vardı. Akıbeti karanlık, anavatanından uzak ve halkı yabancı bir ülkenin müdafaasında karşılaşacağı müşkülleri düşündüğünü sanmıyorum. Mustafa Kemal, tam manasıyla bir askerdi. Zorluklara, her türlü meşakkate göğüs germesini bilir, adeta bundan zevk alırdı. Herhalde üzüntüsünün başka bir sebebi olmalıydı.
– Sende bir şey var, ne oldu?
– Bir şey yok, dedi. Fakat müteessirim. Doğup büyüdüğüm Selanik acaba Türkler elinde kalacak mı? Ben eğer Trablusgarp’tan dönersem, yine buraya gelebilecek miyim?
– Ne demek istiyorsun?
Gözleri nemlendi:
– Korkuyorum Fuat, korkuyorum.
Ardından saatlerce konuştuk. O gece ay Olimpos Dağları’nın arkasında kaybolurken, Mustafa Kemal içini çekerek:
– Ah Selanik, seni bir daha Türk görecek miyim? Mustafa Kemal’in bütün müşterek hayatımız boyunca bu derece müteessir olduğunu görmedim.”


3) Mustafa Kemal’in 3 aylık hapis cezasını Kılıç Ali “Atatürk’ün Hususiyetleri” kitabında şöyle anlatır:

“Mustafa Kemal, Manastır İdadisi’ni hemen hemen her sene birincilikle bitirmiş, 1899’da İstanbul Harbiye Mektebi’ne girmiştir. Mustafa Kemal, Harbiye mektebi hayatını şöyle anlatırdı “Harbiye’ye geçtim. Burada da riyaziye merakım baki idi. Birinci sınıfta iken bir aralık gençlik hayallerine kapıldım, dersleri ihmale başladım. İlk senenin bu suretle nasıl geçtiğinin farkında olamadım. Ancak dersler kesilip imtihanlar gelip çattıktan sonra aklım başıma geldi. İkinci sınıfa geçtikten sonra artık askeri derslere de merak salmıştım.”



Yine Mustafa Kemal’in daima anlattıklarına göre Abdülhamid idaresinin sıkıcı baskısı karşısında gün geçtikçe kendisinde hür fikirler hâsıl olmaya başlamış. Sultan Hamid devrinin korkunç baskısı altında teşekküle başlayan bu fikirleri takviye etmek için bütün baskıya rağmen o, yine de Namık Kemal’in kitaplarını, Avrupa gazetelerini elde etmekten çekinmemiş, korkmamış. Bu elde ettği gazete ve kitaplar ekseriye Harbiye yatakhanelerinde herkes yattıktan ve uykuya dalıp el ayak çekildikten sonra gizlice okumaya uğraşmış. Kendileri erkanıharbiye sınıfına geçtiği zamanlarda memlekette artık tahammül edilemeyecek bir hale gelmiş olan Sultan Hamid istibdadına karşı içindeki isyankar his gittikçe genişlemeye başlar. Talebeler arasında okunmak üzere, bu fenalıkları ve müstebid idareyi tenkid eden ve kendi el yazısıyla hazırlanan bir gazete dahi çıkarmaya başlamış.



Mustafa Kemal erkânıharbiye sınıflarının sonuna kadar bu işlere devam etmiş, durmuştur. Mektepten yüzbaşı olarak çıkacağı sıralarda bu işe daha fazla ehemmiyet vermiş ve esaslı olarak üzerine çalışmak üzere kendisiyle hemfikir olan arkadaşlarıyla bir birlik teşkil ederek bir pansiyon tutup ara sıra bu pansiyonda gizlice toplanmaya başlamışlar.
Mustafa Kemal’in bu hareketleri yakından takip edildiği için nihayet bir gün Zülüflü İsmet Paşa’nın adamları tarafından tevkif edilmiş. Bir müddet ayrı olarak hapsedildikten sonra bir gün arkadaşı eski Kırşehir mebusu merhum Lütfi Müfit Bey ile birlikte mabeyni hümayuna götürülmüş. Abdülhamid’in taraftarları tarafından uzun uzadıya sorguya çekilmişler. İfadeleri alınmış. Neticede pansiyonda toplandıkları tespit edilerek bundan dolayı birkaç ay hapis yatırılıp bilâhare serbest bırakılmışlar. Bu kadar az ceza almasında okul müdürü Rıza Paşa’nın tesiri olduğundan hikâyelerinde övgüyle bahsederdi.
Hapisten serbest bırakıldıktan sonra 1904’te erkânıharbiye yüzbaşısı olarak mektepten çıkmış olan Mustafa Kemal Bey, mektepteki stajlarını yapmak üzere 7. Ordu’ya memur edilerek ordu merkezi olan Şam’a gönderilmişler. Atatürk’ün kanaatine göre bu tayin bir nevi sürgün mahiyetinde imiş.”


4) Yunus Nadi “Birinci Büyük Millet Meclisi” adlı kitabında meclisin açıldığı günü şöyle anlatır:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı 23 Nisan 1920 Cuma günü, Ankara’nın geçirdiği muhteşem ve heybetli günlerden biri oldu. Millet o gün sanki kendi taliine ait olarak esas olacak yeni bir teşekkülün doğmak üzere bulunduğunun farkında idi. Bu istihlâs cidali (Kurtuluş Savaşı) esnasında Ankara’da öyle bir ulvi tezahürlere sahne olduğu günler olmuştur ki, onları hiçbir bayramın, hiçbir şenliğin muheyyelelere azimi vüs’at (genişlik) verilmek suretiyle tasavvur olunabilecek en yüksek dereceleri tanzir edebilmekten ebediyen uzaktır. İşte Büyük Millet Meclisi’nin kürşadı (açılışı) tarihi olan 23 Nisan 1920 Cuma günü dahi Ankara bu ulvi tezahürlerden birine sahne olmuştur.



Daha sabahtan herkes en büyük bir bayramın zevk ve şetaretine (sevincine) iştirak etmek üzere evlerinden dışarıya uğramışlar, kadın erkek, çoluk çocuk, haline göre herkes allı güllü en güzel elbiselerini giyerek uzun bir kuyruk oluşturmuştur. Yerli yabancı bütün Ankara bu muhit içine sığmaya çalışıyor, fakat mümkün olmadığı için taşıyor, taşıyordu. Bir hayat manzarası ki mütemadi (sürekli) dalgaları ve mütevali (art arda gelen) med ve cezirleri ile hakikaten heyecan verici idi.”


5) Kılıç Ali “Atatürk’ün Hususiyetleri” kitabında Mustafa Kemal’in dili kullanımı hakkında şunları kaleme alır:

“Atatürk’ün kendilerine mahsus telâffuz ettiği bazı kelimeler vardır. Mesela tabancaya tapanca, kırbaca kırpaç, henüze henüs, muhakka muhakkaka (bilhassa bu kelimeyi çok severdi yeni dil teorisinde değiştirilmemesini çok arzu etti), yoğurda yuğurt, sarhoşa sarfoş derlerdi.



“Yani” kelimesini çok kullanırdı ve bu kelimeyi ekseriyetle uzun maruzatta bulunanların lafı uzatmaması ve neticeyi söylemesi için “Yani? Diyerek muhattabını sadede getirirdi. En ağır kelimesi ebleh yerine kaim olan (herbenneka) idi. Atatürk kelimeleri dikkat ederek, tam heceleri ile telaffuz ederler, katiyen liyezon yapmazlardı.”


6) Abdi İpekçi İsmet İnönü’ye “Cumhuriyetin ilanının hazırlandığı gece Çankaya’da kalmışsınız ve hazırlıkları Atatürk ile birlikte yapmışsınız. O günü hatırlıyor musunuz?” diye sorar. İnönü ise şöyle anlatır:

“O akşam bizi Atatürk Çankaya’ya çağırmıştı. Yemeği birlikte yedik. Misafirler giderken Atatürk bana kalmamı söyledi. Masa başına geçtik. Evvela Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun metnini görüştük. Her madde üzerinde eskisi ile yenisi arasında mukayyeseler yapıyorduk. Atatürk neticeyi dikte ediyordu. Ben yazıyordum. Bu suretle tamamladıktan sonra bütün metni baştan aşağı okudum. Atatürk dikkatle dinledi. Bittikten sonra biraz düşündü ve “Hazırlık tamam.” Dedi. O gece köşkte misafiriydim. Odama çekildim. Ertesi sabah metni bir kere daha gözden geçirdik ve beraberce Meclis’e gittik. Oldu, bitti…”


7) Üstünden yıllar geçse de erkânıharbiyede gittiği Alman birahanesini unutamaz Mustafa Kemal. Ali Fuat Cebesoy bu anılarını şöyle anlatır:

“Okul zamanı özellikle yaz mevsiminde Beyoğlu’nda çoğunlukla Zeuve birahanesine giderdik. Ardından uzun zaman geçti. Mustafa Kemal, özel sohbetlerinde bu birahaneden çok bahsetmiş. Hatta zaman zaman eski günleri anarak, hasretini duyduğu da olmuştur. Cumhuriyet devrinde bana kaç defa “Fuat Paşa, yahu şuraya gidip bakalım, acaba ne haldedir?” diye sormuştu. Bilmediğimi, bilmek de istemediğimi, kapandığını veya eski şeklini değiştirerek alelade bir dükkân haline gelmiş ise ikimizin de üzüleceği cevabını vermiştim.
– Doğru, çok doğru. Bırakalım, gençlik hatıralarımız zedelenmeden kalsın.



Ama öyle olmadı. Ölümünden dört yıl kadar önce idi. Bir akşam saraydan telefonla Gazi’nin beni akşam yemeğine davet ettiğini haber verdiler. Tokatlıyan’a geldiğim zaman salonun arka tarafında sofra kurulmuş bulunuyordu. Sofrada Profesör Âfet Hanım’la Gazi’nin manevi evlatlarından Sabiha Gökçen Hanım da vardı. Gazi dedi ki:
– Eski günleri hatırlayalım diye buraya geldik.
Biraz yiyip içtikten sonra Gazi bana doğru eğildi:
– Fuat Paşa hani hep söylerim, biz erkânıharbiye sınıflarında iken birlikte bir Alman birahanesine giderdik. Burasının, Tokatlıyan’dan pek uzak olmadığını sanıyorum. Sen yerini daha iyi hatırlıyorsan, bu akşam en müsait fırsattır. Artık ısrar etme, yine beraber gidelim. Belki Âfet Hanım ile Sabiha’yı da alırız. Yalnız sofradakilerin haberi olmasın, sonra mani olmaya kalkarlar.
– Ben yerini biliyorum. Fakat birahane çoktan kapanmıştır.
– Olsun bir kere görelim.
Muvafakat cevabı verdim. Memnun oldu.
– Ben şöyle bir plan düşünüyorum, şimdi önce siz sofradan kalkın, tuvalete doğru gidin, dışarıda biraz vakit geçirin. Sonra salonun arka tarafından otelin kapısına çıkarsınız. Köşe başında beklersiniz. Ben oraya hanımlardan biriyle gelirim, birbirimizi görür görmez birleşiriz, gideriz.
Hanımların masadan kalkmasını da şöyle planlamıştı Gazi; otel vestiyerinden Büyükada’nın kartpostallarından satın almak için kalkacaklardı masadan. Plan iyi tatbik edilmişti. Ben otelin Balıkpazarı’na giden köşesinde bekledim. Üç beş dakika sonra Gazi Paşa şapkasını giymiş, yanlış hatırlamıyorsam yanında Sabiha Gökçen ile bana doğru geliyordu. Biraz bakındıktan sonra Zeuve birahanesinin yerini bulduk. Fakat tahmin ettiğim gibi yıllarca önce kapanmış ve şeklini değiştirmişti. Gazi bir çocuk gibi üzüldü:
– Hakkın varmış Fuat Paşa. Keşke gelmeseydik.
Ben de müteessir oldum. Hayalimizde yaşattığımız gençlik hatıralarından biri daha yıkılmıştı. Döndük, tekrar caddeye çıktık. Bir de ne görelim, otelin önü allak bullak olmuş. Bir telaştır gidiyor, Salih Bozok;
– Aman Paşam, neden bizlere haber vermediniz?
Mustafa Kemal şu cevabı verdi:
– Sizlerin benimle ne kadar ilgilendiğinizi denetlemek istemiştim. Eski mektep arkadaşlarımla beraber vaktiyle çok uğramış olduğumuz bir birahaneye gittik ve orada serin birer bira içtik.”


8) Kılıç Ali kitabında Atatürk’ün mütevaziliği hakkında ise şöyle yazar:

“Atatürk mütevazi büyük bir adam olduğu için yaptıklarını kendine mal etmezdi. Bir gün bir seyahatlerinde halktan biri kendine şöyle bir sual sormuştu:
– Yaptıklarınız için siz nereden ilham aldınız?
Atatürk bu suale tek bir kelime ile cevap verdi:
– Milletimden!



Atatürk daima “Millet vasfına layık olmak bir topluluk için takip edilecek doğru yolu ve istikameti gösterecek en emin rehber ve mürşit, ancak maşeri vicdan ve milli benlik, milli izandır. Tecrübelerimizin, ilim ve aklın bize tavsiyesi de ancak budur. Bunun haricinde bir mürşit, bir reis aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir!” buyururlardı.”


9) Mustafa Kemal Atatürk kendisine iltimas geçilmesini hiç sevmezdi. Yine Kılıç Ali kitabında bu durumu şöyle anlatır:

“Atatürk milleti ile yakından temas etmeyi çok severdi. Mülletin eğlencelerine iştirak ederek halk ile beraber bulunmaktan, beraberce eğlenip vakit geçirmekten zevk alırlar, bahtiyar hissederlerdi. Park Otel’de, Tokatlıyan’da, Deniz ve Yatı kulülerinde ve bazı gazinolarda halk ile yakından temas ederek hep beraber eğlendiği zamanlar neşesine, payan olmazdı. Bu gibi yerlerde dans etmesi, vals yapması, vatandaşları ile birlikte bilhassa milli oyunlar oynaması, onun için büyük bir sevinç ve neşe vesilesi olurdu. Halk ile beraber eğlenmek onun en büyük bir emeli idi. Milletini o kadar candan severdi!



Atatürk’ün en çok kızdığı, hiç sevmediği, hiç istemediği şey, bulunduğu yerde şahsı etrafında inzibati tedbirler alınması idi. Milletine çok itimat ettiği için:
– Bu millet bana ne kurşun atar, ne de attırır! Diye emir vererek alınan bütün tedbirleri kaldırır, zabıtanın vazifesini de hayli hayli zorluğa uğratırdı.
Cumhurbaşkanlığı makamına ait bazı protokol kaideleri Atatürk’ü gerçekten sıkardı. Kendilerinin en büyük emeli bastonunu eline ve yakın arkadaşlarını da yanına alarak Beyoğlu Caddesi’nden, köprü üstünden herhangi bir vatandaş gibi serbest geçebilmek ve yürümekti. Tramvaya binsin, şimendiferde halk arasında otursun, vatandaşlarına hususi ziyaretler yapsın, bütün bunlar Atatürk’ün sevdiği şeylerdi.
Otomobil ile gezerken otomobilini bırakarak tramvaya atladığı, şimendifere bindiği, birdenbire Lebon’a gidip herkesin arasına oturduğu, Vefa’ya giderek oranın meşhur bozasını içtiği daima vaki olurdu.”


10) Abdi İpekçi’nin İnönü ile bir röportajından derlediği kitabında İnönü’ye sorduğu “Sizce Atatürk’ün kişiliğine özellik veren hususlar nelerdir?” sorusuna İsmet İnönü’ün cevabı şöyle kaleme alınmıştır:

“Atatürk’ün genç zabitliğinde bilmediğimiz, meydana çıkmamış vasıfları büyük vazifeler karşısında bulundukça kendini göstermiştir. Büyük hassaları vardır. Karar sahibidir, kararları açıktır. Ve bir defa karar verdikten sonra, onu tatbik ettirmek için şahsiyeti çok tesirlidir. Mesela kumandanlıkta bu hassası bilhassa dikkati çeker. Muharebe meydanında yürütmek istediği muharebe şeklini, tertipleri en uzak yerde bulunan askerlere kadar duyurur, onun üzerinde kendi iradesini ve azmini behemehâl sirayet ettirirdi. Bu, bir kumandan için en büyük hasletlerden biridir. Askerlik vasıfları, hakikaten yüksektir. Her millete, her devirde yüksek vasıfta kumandan sayılır.
Siyasi vasıflarının daha yüksek olduğu görülmüştür. Bu ikisi birleşince Atatürk’ün şahsiyeti müstesna bir ölçüye çıkmış olur. Siyasi vasıfları hakikaten çok yüksektir. Milli Mücadele’nin askeri safhada idarisi kadar siyasi idarisi de nazikti. Hatta daha nazikti denebilir. Atatürk siyasi safhanın idaresinde de aynı derecede maharetli, daha maharetli olmuştur. Mesela benim kanaatimce Milli Mücadele’nin bir Millet Meclisi kurularak onunla beraber yürütülmesi son derece güç, fakat harikulade isabetli bir karar olmuştur. Padişah idaresi, saltanat idaresi bütün tarihten gelen mekanizma hayati bir mücadele karşı tarafta bulunuyor. Bunun karşısında Millet Meclisi kurulabiliyor ve Millet Meclisi’nde ihtilalciler bir hükümet teşkil ederek mücadeleyi deva ettirebiliyorlar. Askeri sahada, idari sahada, iç ve dış siyaset sahasında bu, harikulade bir buluştur. Emsali de hemen hemen yok gibidir.
Zannediyorum, anlattığım meziyetlerden sadece bir tanesi bir insanın hayatını dolduracak kuvvette ve ehemmiyettedir.”


“10 Kasım 1938’den bugüne seni her zamankinden daha çok özlüyor ve daha iyi anlıyoruz. Aramızdan ayrılışının 83. yılında seni sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz.

This post is also available in: English

Kategoriler: Başarı, Tarih

Yorumlar (0) Yorum Yap

/
Exit mobile version