‘Kendi işini yap, sen şahanesin, potansiyelin inanılmaz, çalışan olarak harcanıyorsun, dünyaya memur olmak için mi geldin, yürü be kim tutar seni!’
Tabii kendi kendinizi de gaza getiriyor olabilirsiniz:
‘Bu kadar saati kendi işime harcasam şimdi köşeyi dönmüştüm…’
‘Şu tedarikçiye bak geldi yarım saat harcadı 20.000 TL fatura kesti, benim 3 maaşımdan fazla…’
‘Komşunun 22 yaşındaki oğlu kendi start-up’ını kurdu, ben hala ağız kokusu çekiyorum…’
Hayatın kısalığı, hayallerin ve kendini gerçekleştirmenin önemi, yeteneklerinizi gri halılı ofisinizde harcamanın, günlerin birbirinin aynı oluşunun hüznü de eklenince, istifa mektubunuzu vermeniz an meselesi olabilir. İşte ben burada devreye giriyorum.
Çünkü ben size içinizdeki benzersiz potansiyelden, az çalışıp çok kazanmanın formüllerinden, 8-5 çalışmanın enayilere göre olduğundan, yeni dünyada pasif gelirin patron olduğundan bahsetmeyeceğim. Ben, o istifa mektubunu vermeden önce iki kere düşünmenizi isteyeceğim.
Tam 2 yıldır kendi işini yapan biri olarak, Linkedin’de süslü bir karizma satma opsiyonunu elimin tersiyle iterek size çıplak çıplak, kendi işinizi neden yapmamanız gerektiğini anlatacağım.
Burada üç not düşmem gerek:
1-Bu bir demotive etme, korkutma yazısı değil. Düşünmekten kaçındığınız veya içine girmediğiniz için henüz aklınıza gelmeyen gerçeklilkleri size açıkça sunma yazısı. Hali hazırda kendi işini başarıyla ve mutlulukla sürdüren biriyim, ancak geçmişe dönüp bu kararı yine verir miydin deseniz, iki kere düşünürdüm, derim.
2-Bu serinin devamında bir yazı daha olacak ve onun da adı ‘Neden kendi işinizi yapmalısınız?’. Onu da okumanızı öneririm. Sonra seçim sizin. Her konuda olduğu gibi bu konuda da bir doğru veya yanlış yok. Sizin doğrunuz veya sizin yanlışınız var. Ben onu keşfetmenize yardımcı olmaya çalışacağım.
3-Benim kendi işimi yapmaktan kastım, profesyonel hayatta yapmakta olduğum mesleğimle ilgili bir şirket kurmak. Dolayısıyla yorum ve gözlemlerim de bu yönde. Pazarlama profesyoneliydim, marka danışmanlığı firması kurdum. Avukatken pastane açmak veya CEO’yken anaokulu kurmak bambaşka deneyimler olabilir. Ben size, sektör değiştirmeden, beyaz yakalıdan kendi şirketini kurmaya geçiş hikayesi anlatacağım.
Şimdi, hazırsanız başlayalım.
Kendi işinizi yapmak konusunda benim gibi sizin de aklınızda olan ama maalesef yanlış olan;
KENDİ İŞİNİ YAPMAKLA İLGİLİ 6 TALİHSİZ VARSAYIM
Talihsiz varsayım 1: Dünyaya her gün aynı ofise tıkılmak için gelmedim!
Bu benim en büyük sebeplerimden biriydi. Rutini hiç sevmem. O kadar ki minicik oğluma bile bütün ekoller ‘bebekler rutine bayılır’ demesine rağmen asla bir rutin kuramadım, kursam bu beni sinir hastası yapabilirdi. Bence hayatın en güzel ve anlamlı hali, iki gününün birbiriyle eş olmayanıdır. Dolayısıyla sürekli aynı saatte uyanıp aynı ofise gelip aynı havasız yere 8 saat (iyi ihtimalle) tıkılıp sonra da çıkıp yorgun argın eve gitmek benim için büyük bir sorundu. Gerçekten dünyaya bunun için mi gelmiştik? Kendi işimi yapsam, bir danışman olarak toplantılarımı bir gün Bebek’te, bir gün Caddebostan’da, bir gün Cihangir’de bir cafede, bir gün Levent’te bir restoranda yapabilirdim. Oh ne ala, hayatın tüm deneyimleri beni bekliyordu. Ayrıca bir ofiste çalışmak zorunda değildim, istediğim tüm Starbucks’lar benim ofisim olurdu! Canım o gün hangi cafeyi çekerse oradan çalışırdım. Yeni yerler, yeni insanlar görmek günlük iş hayatımın bir parçası olurdu.
İyi de bu deneyim dolu hayatın parasını kim ödeyecek?
Masraf fişleri
Beyaz yakalının hayatında sıradan bir ay sonu aktivitesi olan ‘Muhasebeye masraf fişlerini verip de gelme’nin nasıl büyük bir nimet olduğunu, kendi işimi yapmaya başlayınca fark ettim. Evet tahminim doğruydu, elbette toplantılar için, çalışmak için bir ofis olmadan İstanbul kazan ben kepçe gezebilirdim. Bir süre de gerçekten böyle yaptım. Ama olacak gibi değildi. Dağ gibi taksi fişi, ondan daha büyük yemek ve kahve fişi birikmeye başladı. Bütün gün dışarıda olunca, kahvesi yemeği, eğer bu bir toplantıysa müşterininkileri de ekleyerek, masrafları kabartıyordu. Bir de taksi dolmuş vs. ulaşım masraflarını ekleyince, benim bir gün evden çıkmam en az 100 TL idi.
Pardon, bilgisayarıma birkaç dakika göz kulak olur musunuz?
Ama konu sadece para değil. Farklı cafeler, farklı prizli masa arayışları, farklı wi-fi bağlandı bağlanması sorunları, çevrede durmadan konuşan insanlar (konuşacaklar tabii) beni çok yordu. Zeki Workinton, ‘Neden bir cafede değil ortak ofiste çalışmalısın?’ sorusu altında tüm bu maddeleri sıralar, haklıdır da. Ek sebepler, tuvalete giderken risk alıp bilgisayarını masada mı bırakacaksın, her seferinde sırtlanacak mısın; telefonda uzun konuşman gerekince nereye gideceksin, önemli bir sunum hazırlarken herkes ekranını görecek, şeklinde sıralanabilir.
Aylık masraflarını minimumda tutmaya bak…
Bu sebepler birleşince, mumla aradığım en büyük nimet, gri halılı bir ofis oldu.
Sakin, sessiz, bir masam olan, bilgisayarımın orada durduğu, insanların car car car konuşmadığı, telefonla konuşulabilecek sakin köşeleri olan. Böylece kendimi Workinton’da buldum. Nurtopu gibi bir aylık masraf bizim listeye eklenmiş oldu mu? Oldu.
Sevis mi? Iyk…
Peki, her gün toplantı ya da ofisime nasıl gidecektim?
Çalışırken servis en nefret ettiğim şeylerden biriydi. Havasız, saçmasapan dolaşan, sürekli trafiğe takılan, koltukları rahatsız konforsuz birşey. O yüzden kendi işimde, metrobüs, metro, dolmuş, Marmaray, taksi ne varsa kullanarak gideceğim yere gitmeye başladım. (Arabam yok ve araba kullanmıyorum.) 3-5-10 derken nurtopu masraflara yol masrafları da sıram sıram eklenirken, bir yandan sürekli sırtımda bilgisayarla toplu taşımalara ve taksilere binip inmekten sırtım iflas etmeye başladı. Taksi bulamamak, toplu taşımada yer bulamamak, sigara kokulu taksiler de cabası.
Talihsiz varsayım 2: Bu kadar zamanı kendi işime ayırsam zengin olmuştum…
Bir ofiste belli bir görevde çalıştığınızda, zamanınızı o göreve ayırırsınız.
Örneğin benim görevim pazarlama çalışmalarını yönetmekti ve sabahtan akşama pazarlamayla ilgilenirdim. Muhasebe işlerini muhasebeye mail atar, hukuk işlerini şirket avukatlarına sorar, yeni müşteri bulma konusunu ilgili departmana bırakır, kendi işimi yapardım. Bunun nasıl büyük bir nimet olduğunu, yine kendi işimi kurunca fark ettim.
O zamanlar şöyle bir denklem kuruyordum: 8 saat elalemin markasının işlerini yapacağıma 8 saat kendi işimi yapsam uçar giderim!
Ancak kendi işimi kurunca gerçeğin şöyle olduğunu gördüm:
Gelir gider dokumanı tutmak, yeni müşteri bulmaya çalışmak, olup olmayacağını bilmediğin işler için tanışma toplantıları ve sunumlara gitmek, varsa elemanlarına yoksa outsource’larına iş devretmek, anlatmak, takip etmek, çevreni canlı tutmak için birileriyle sosyalleşmek, bozulan bilgisayarını tamir ettirmek, vergi yatırmak, havale yapmak, sosyal medyanı yönetmek, kendi sunumlarını hazırlamak, teklif hazırlamak, bütçe hazırlamak…. Bunlar; günde 7 saat.
Kendi işin yani benim için pazarlama (strateji sunumu, içerik vb. hazırlamak): Günde 1 saat.
Operasyonlar o kadar fazlaydı ki, kendi işimi yapmak için ayırdığım zaman, operasyonun içinde en azı oluyordu. Bir seçenek, böyle bir durumda bu operasyonu yapacak bir eleman almak olabilir. Fakat benim böyle bir bütçem yoktu, çünkü bahsettiğim operasyonlar para kazandıran değil hiç para kazanmadığında da yapman gereken standart işlerdi. Bu sebeple, beyaz yakalıyken geçirdiğin 8 saatin arkasında, senin aktif olarak fark etmediğin bir dev kadro olduğunu fark ettim. Senin işini bütünleyecek hizmetleri eksiksiz ve senden ücret almadan veren bir dev şirketin parçası olmakla, kendi kendine bunların hepsini kotarmak arasında büyük bir fark var.
Talihsiz varsayım 3: Danışmanlık işi yapacağım, sermayeye ihtiyacım yok.
Danışmanlık yerine, sizin sermayeye ihtiyacınız olmayacağını düşündüğünüz herhangi bir işi koyabilirsiniz. Buraya geçmeden önce size kendi seçimim ve hayatımla ilgili biraz daha detay vereyim. Kendimi bildim bileli kendi işimi yapmak isteyen biri oldum. Bunda babamın kendi işini kurmuş biri olması ve benim onu gözlemleyerek büyümüş olmamın kesin büyük etkisi vardır. Birçok kez, bir şirketten ayrılıp diğerine geçerken ‘Acaba şimdi doğru zaman mı?’ diye düşündüm. Hatta 2 kere çok kısa kendi işimi yapma girişimlerim oldu. Hemen çok hızlı apar topar çalışmaya geri döndüm. Bunun en büyük sebebi paraydı. Düzenli bir gelirin olmayacağını bilmek, bir uçurum. Bu konuya sonraki maddede gireceğim için şimdi uzatmayayım. Ancak özetle bu bir iki kısa deneme bana, kendi işimi yapacaksam kesin kenarda birikmiş bir param olması gerektiğini öğretti.
Ailecek biriktirdiğmiz minicik paraya, kendi maaşımdan birkaç aylık birikim ekleyerek, sevgili eşimin dev desteği ve motivasyonuyla istifa ettiğimde, kenarda biraz param olması içime su serpiyordu. İşin başlangıcında henüz para kazanmıyor olursam, masraflarımı karşılayabilirdim. Danışmanlık işi yapacağım için de sermayeye ihtiyacım yoktu. Tek ihtiyacım şunlardı;
Web sitesi, mail adresi, kartvitiz, zarf, fatura, müşteri yemeklerini ödemek, kendi günlük yemek ve ulaşım masraflarımı karşılamak, ofis kiramı ödemek, kendi sigortamı ödemek…
Bunları alt alta topladığınızda, bazıları sadece başlangıçta, bazıları yıllık, bazıları aylık olarak güzel giderleriniz olduğunu fark ediyorsunuz. Her şeyi minimumda yaparsanız dahi, (şahıs şirketi, sanal ofis, tek kişi çalışmak vb.), aylık 1500 TL’nin altında masrafınız olması imkansız gibi. Geldi mi size aylık minimum 1500 TL’lik iş yapmak zorunda olmak durumu. Gelmedi, çünkü yanlış hesapladınız. Bunun içinden bir de vergi düşecek, siz en iyisi kaba hesap her ay 2000 TL’lik iş yapın. Ee, bu sadece genel giderleri karşıladı, yeni müşteri almak için ziyaretler yemekler ne olacak? Peki eskiden abonelikle masanıza hop diye konuveren dergiler, erişiminiz olan fersah fersah kaynaklar? Şimdi hepsine kendiniz abone olmanız gerekecek. Sadece kaynaklar değil bir de dernekler var, malum networking olmazsa olmazımız. En iyisi biz bu minimum tutara 3000 TL diyelim.
Özetle, istediğiniz kadar ön sermaye gerektirmediğini düşündüğünüz, mal alıp satmadığınız bir işiniz olsun, bir laptop ve bir beyniniz dahi kapıyı minimum bu tutarlardan açan bir giderdir.
Talihsiz varsayım 3: Hele ki çocuğum olduğunda, kesin kendi işimi yapıyor olmalıyım.
Çocukları varken gece gündüz ofislerde helak olan, çocuğunu günde 1 saat gören anneleri hep hem yadırgadım hem onlara acıdım. Çocuğun psikolojisi açısından ne de yanlış ve saçma bir durumdu bu. Ben kendi işimi yapardım ve bu nedenle zamanlarım esnek olurdu. Çocuğuma da gerektiği kadar vakit ayırırdım.
İşimi kurmamla hamile olduğumu öğrenmem arasında birkaç gün oldu.
Hamilelik süresince çalışmaya devam ettim. Doğumdan sonra ise 3. ayda işe döndüm. (4 ay ücretli doğum iznini mi özlediniz? Üzgünüm, o buralarda dolaşmıyor…)
Uzunca bir süre, çocuğa bir gün – yarım gün – iki gün – bir buçuk gün vb. ayırdığım bir düzen oturtmaya çalıştım. Ancak sonra hüzünle bunun iki sebepten mümkün olmadığını anladım:
1-Tüm dünya 5 gün, 40 saat çalışırken sen daha az çalışırsan, kazanamıyorsun.
2-Müşterilerin her gün, 9-6 çalıştığı sürece, sen gönlünce tatil yapamazsın.
Daha az çalıştığımı düşündüğüm sürelerde ya çılgınca telefonda konuşuyor ve mail cevaplıyor ya da açıkça iş kaçırıyordum. Belki bu hayal, keyif olarak işlettiğim bir resim galerim ya da canım istediğinde açtığım bir takı atölyem olsa gerçek olurdu. Fakat bu da bizi bir sonraki maddeye götürüyor:
Talihsiz varsayım 4: Kendi servetimi kendim yaratırım.
Ne demişler? ‘You have to spend money to make money.’ Para kazanmak için, para harcamalısın.
Eğer aktif olarak sürekli işini, kendini tanıtmak için etkinliklere katılmıyorsan, çaba sarf etmiyorsan, yeni insanlarla tanışmıyorsan, işinle ilgili araçlar satın almıyorsan, pazar kazanman çok zor. Ee, sermayemiz yok demiştik, ne olacak bu iş? Çok bunaldığım bir gün çok sevdiğim birine ‘Ya şöyle bir yandan sabit bir kira gelirim falan olsa o zaman çok iyi olurdu.’ dedim. Harika bir cevap verdi ‘O zaman sen de bu kadar rekabetçi bir iş yapmazdın, takı tasarımı falan yapardın!’ Takı tasarımını hafife aldığım için söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın. Ama işin ilginç bir yol ayrımı da bu.
Ciddi bir işi, başka bir para kaynağın veya düzenli gelirin olmadan yapmak çok zor – çünkü işe yatırım yapmadan iş büyümüyor.
Ama soru; eğer zaten kenarda sağlam bir paran veya düzenli başka bir gelirin olsa bu işi yapmakla uğraşır mıydın? Yoksa hobilerine mi vakit ayırmayı tercih ederdin?
Talihsiz varsayım 5: Artık patronum yok! Patron ben olacağım.
Belki de en komiği bu. Şükür ki, bu benim büyük motivasyonlarımdan biri değildi çünkü hep sevdiğim çok sevdiğim, arkadaş olduğum yöneticilerle çalışma şansını yaşadım. Anlaşamayıp yaka silkip kahrolsun üstümdeki kişi modunu pek tatmadım. Ama ben başka bir açıdan takılıydım buna, onay ve hız. Kendi işimi yaparken aklıma bir fikir geldiğinde, üstüme, üstümün üstüne, onun üstüne vb. onaylatma zorunluluğu olmadan çat diye uygulamaya koyabilirdim. Projeleri onay süreçleri olmayacağı için ışık hızında ilerletebilirdim. Bu kısım kısmen gerçek oldu; kendi işinizde, örneğin yeni bir danışmanlık ürünü yaratmaya karar verirseniz, sabah karar verip öğlen onu satmaya başlayabilirsiniz. Fakat burada da karşınıza daha sağlam bir patron çıkar: Müşteri. Ne iş yapıyorsanız yapın, sizin patronunuz müşteridir. Sizi bekletebilir, karar vermesi uzun sürebilir, farklı istekleri olabilir. Parayı veren düdüğü çaldığı için, sizin yeni ritminiz artık belki direktörünüzün ritmi değildir, ama bunun yerine müşterinizin ritmidir.
Talihsiz varsayım 6: Benim çok çevrem var, müşterilerim hazır!
Yine kendi adıma şanslı olduğum bir konu, kısmen gerçekten de böyle oldu. Fakat bu konuda da büyük yanılgılar var. Kartvizitliğiniz şu anda dolup taşıyor olabilir. Yılbaşında masanız çikolatadan, doğum gününüzde çiçekten geçilmiyor olabilir. Ancak üzülerek söylemeliyim ki bunların çoğu isminize değil, kartvizitinizdeki şirket logosuna ve ünvanınıza gelmektedir. ‘Çevrem’ sandığınız insanların büyük çoğunluğu, sizin değil, ‘çalıştığınız şirketteki siz’in çevresidir. Kartvizitinizden soyunmak diye bir şey var. Masaya artık tüm dünyanın tanıdığı bir logoya değil, kimsenin duymadığı bir şirket ismine sahip bir kartvizit koyduğunuzda, koparabileceğiniz randevular, karşılanış şekliniz, sizinle toplantıya girecek kişilerin ünvanları, sunabileceğiniz bütçeler tamamen değişecektir. Size şu anki gücünüzü verenin, ne kadar muhteşem, başarılı, sevilen biri olsanız dahi, büyük oranda kartvizitiniz olduğunu unutmamak gerekir. Kendi işinizi yaptığınızda, siz beyaz yakalıyken ve onun işine yararken en samimi, en sıcak olan ‘dost’larınızın telefonlarınıza çıkmadığına, zahmet edip size bir toplantı bile ayarlamaya uğraşmadığına, kendi işini dahi size vermeye gönüllü olmadığına şahit olacaksınız. Bu anlamda, sizin ‘Gerçek’ çevreniz kimdir, gerçekten ‘network’unuz var mıdır, tekrar düşünün derim…
Talihsiz varsayım 7: Sen iskeleye bağlı, fırtınalardan yoksun, tatlı rüzgara razı. Ben açık denizdeyim, deniz bu belli olmaz, huyunu seveyim!
Belki hatırlarsınız, bu Candan Erçetin’in çok eski bir şarkı sözü. Kendi işimi yapma macerasına girişirken en büyük motivasyonlarımdan biri başta da dediğim gibi, iki günümün birbiriyle aynı olmamasıyıdı. Her gün farklı insanlar, farklı bir iş, farklı yerler, farklı zorluklar… Gerçekten de öyle oldu. Kurumsalda 1 yılda öğrendiğinizi, kendi işinizde 2 ayda öğrenebilirsiniz. Fakat, bu belirsizliğe ne kadar hazırsınız?
Popüler kültürün bize dayattığı, Hollywood’un bolca romantik komedide, Candan’ın da bu şarkısında anlattığı gibi;
Yaşanmaya değer bir hayat maceralarla, tatillerle, aşkla, seyahatlerle, sürprizlerle, yeniliklerle doludur.
Tersi yani rutin, standart, önceden ne olacağı belli olan bir hayat ise sıkıcıdır.
Ancak ay sonu gelip de kimse size maaş yatırmadığı zaman insan pek öyle düşünmüyor. Eğer kendin bu parayı kazanamıyorsan bir ofisin, maaşın, sağlık sigortan olmuyorsa ve kendin o parayı kazanacağının garantisini her ay sana kendinden başka kimse veremiyorsa, belirsizlikle ilişkini bir daha düşünüyorsun.
Bu sürecin en dil yakan kısmını iki kelimeyle özetlemem gerekse şunları söylerdim:
BELİRSİZLİK ve DENGE
Kendi işinizi yapmayı seçmeden önce kendinize bu iki çılgınca önemli soruyu sormanızı öneririm:
Belirsizliğe ne kadar tahammül edebilirim?
Hayatımı dengede tutabilmek benim için ne kadar önemli?
Son olarak, bu konuyla ilgili yaptığımız bir atölyede çok sevdiğim bir içeriğimle bitireceğim. Kendi işini yapmaya karar vermeden önce kendinize şunu mutlaka sorun:
Kaçıyor muyum, seçiyor muyum?Eğer ofisten, rutinden, patrondan, baskıdan kaçmak için kendi işinizi yapmak istiyorsanız, yapmayın derim. Çünkü bu kaçtığınız şeylerin hepsi, kendi işinizi yaparken de dönüp karşınıza çıkacak. Zorluklardan kaçmak için kendi işinizi yapmayın, kendi işiniz daha da zor olacak.
Yorumlar (0) Yorum Yap