Hayattan keyif almak için karşılaştığımız en büyük engellerden biri de şüphesiz zorunluluklarımız. Zorunluluk ve mutluluk kelimesini çoğu zaman yan yana dahi getiremiyoruz.
Hayatın büyük bir kısmını çalışarak geçiyor ve bu çalışma hayatı birçok insan için zorunluluk konumunda bulunuyor. Hal böyle olunca mutluluk, bu tarz bir bakış açısına sahip insanlar için bir hayal olmuş oluyor.
Filozof Alan Watts, taoizmin batı medeniyetlerince yayılmasını sağlayan en önemli kişilerden biriydi. Kitaplarıyla ben de dahil birçok insanın hayata bakış açısını değiştirmiş ve gündelik hayatta uygulanabilir düşünceleriyle direkt olarak etki etmiştir.
“İş hayatında mutluluk” konusunda da algıları değiştiren düşüncelere sahip Alan Watts, bu konuda mutluluğun anahtarını paylaşmış: Mutlu olmak için işini oyuna dönüştür.
Anlattığı hikaye ile onun düşüncesine yakından bakalım:
Kültürümüzde iş ve oyun arasında çok keskin bir ayrım vardır.
Çalışmak zorundasındır, çünkü yeterince para kazanman gerekir. Böylece kendine ayırabileceğin zamanın olur. Fakat bu durum, oyun veya eğlence diyebileceğimiz bir şeyden tamamen farklıdır.
Bir otobüs şoförü olduğunu hayal et. Otobüs şoförleri genellikle bitkin insanlar olarak akla gelir. Tüm trafik kurallarını takip etmelidir: Tüm trafiği, polisleri, otobüse binen insanları… Yolculardan para almalı, onlara para üstlerini vermelidir. Eğer bu otobüs şoförü tüm bunların bir “iş” olduğunu aklına yerleştirmişse, bu onun için korkunç olacaktır.
Şimdi bunu başka şekilde ele alan bir şoförü düşünelim: Tüm bu karmaşık trafikte ilerlemeyi çok düzenli olması gereken bir oyun gibi görsün. Böylece şoförün hissedecekleri tıpkı gitar çalan birinin ya da dans eden birininki gibi olacaktır. Trafiğin içinden geçerken tüm engelleri atlatarak bir su gibi akacaktır. Ve tüm bunlarla bir müzik ortaya çıkaracaktır. Bunu yaptığında gün sonunda artık yorgun hissetmez, işini yaptığı için tamamen enerji dolu hisseder.
Yapmakta olduğunuz her şeyi bir oyun olarak ele alırsanız ve tek bir dakika bile olsun yaptığınız şeyi ciddiye almak zorunda olduğunuzu hissetmezseniz, mutluluğun kapısını aralamış olursunuz.
Bulaşıkları yıkamanın sanatı şudur:
Her seferinde yalnızca bir kez bulaşıkları yıkaman gerekir. Eğer her gün yıkıyorsan, zihninde canlanan şey üst üste yığılmış bulaşıklar ve geçmişte yıkamış olduğun diğer bulaşıklar olacaktır. Bununla beraber gelecekte yıkaman gereken birikmiş bulaşıklar da aklına gelecek.
Fakat zihnini gerçeklerin dünyasına geri getirirsen, yani yalnızca “şu an”a: İşte buradayız! Yalnızca şimdi var. Yıkaman gereken yalnızca “bir” bulaşık var. Yalnızca önünde duranı yıkaman gerekiyor. Geri kalan tüm kısmı görmezden gelebilirsin.
Çünkü gerçekte ne bir geçmiş var, ne de bir gelecek. Yalnızca şu an var.
“Annemin bana “kızgın sesle” söylediği gibi temiz yapabildim mi?”, “Her nokta gitti mi? Yoksa bana kızacak” diye düşünmektense; tüm bu temizliği bir dansa dönüştürebilirsin.
İngiltere’de ilkokuldayken, piyano çalmayı öğrenmek zorundaydım. “Piyano çalmak” demişlerdi, fakat aslında bana bunu zorunlulukla dile getirdiler: “Piyano çalmak zorundasın”
İngiltere’de çocuklara “zorunlu oyunlar” verirler. “Bu hafta sonu herkes koşuya çıkacak” derlerdi. Koşmazsan ve bu fark edilirse, cezalandırılırsın. İşte bundan dolayı herkes koşudan nefret etti.
Çünkü herkes oynamak için baskı altındaydı: “Herkes oynamak zorunda!”
Hepimizin bir parçası olduğumuz hayat gibi, hayat da yalnızca bir oyun. Herkes bir parçası olmak zorunda. İşte bu şekilde koşmaya giderdik.
Bir keresinde ayağımda şişlik olduğu için koşuda geride kaldığımı ve keyif almayı denediğimi hatırlıyorum. Tek başına bir dans. Hemen arkamdaki ise topukları üzerinde büyük bir hırsla koşuyordu ve topuklarını her yere vuruşunda ses geliyordu.
“Sorun nedir?” dedim ona, “Bunu yaparak tüm vücudunu sarsıyorsun” bunu yapmaya devam etti. Hatta yıllar sonra okullar arası uzun mesafe şampiyonu oldu.
Fakat keyif almadı, bu onun için bir işti.
Tek zevk aldığı, ona insanlığa bir katkıda bulunduğunu hissettiren, çektiği acıydı. Varlığını ve anlamını çektiği acıyla bağdaşlaştırmıştı.
Gerçek büyük koşucular, koştuklarında dans ederler.
Tek bir çizgiyi takip etmek zorunda değildirler. Aynı şekilde 1970’deki dünya futbol şampiyonasına şahit olmuş olsaydınız, şampiyon takım olan Brezilya’nın en sıra dışı futbolu oynadığını görecektiniz. Basketbol oynar gibi futbol oynamışlardı. Oyunları bir danstı. Bana çocukken okulda öğretilen futbol çok sıradan ve kuralcıydı. Eğlenmemiştik bile. Fakat bu arkadaşlar topu üzerlerinde gezdiriyor, vücutlarındaki tüm kasları kullanıyor ve harikulade bir takım oyunu sergiliyorlardı. Aynı zamanda oyunlarıyla dans ediyorlardı. London Times’dan bir spor yorumcusu şunu demişti:
“Zafere giden yolda dans ettiler.”
Demek istediğim şu: Bu zihniyeti kullanarak yapmak zorunda olduğun her şeyi yapabilirsin. Oyunu ve işi birbirinden ayırma!
Yapmakta olduğun her şeyi bir oyun olarak ele al ve tek bir dakika bile olsun yaptığın şeyi ciddiye almak zorunda olduğunu düşünme.
Editörün Notu ve Son Düşünceler
Alan Watts, düşünce sistemini büyük oranda sadeliğe bağlı kalarak oluşturmuştur. Onun için hayattaki her şey bir oyundur ve bu oyunu oynarken keyif almalıyız. Sadece işimiz değil, hayatımız bir oyundur ve bu oyunda tek bir kazanan vardır: Oynarken en çok eğlenen.
Eğer oyun kelimesinin insanlık tarihinde ne kadar eski ve önemli olduğunu araştırmak isterseniz bir kitap önerisi olarak, Johan Huizinga‘nın kitabı Homo Ludens, oyun kavramının beklediğimizden çok daha büyük bir gereklilik olduğunu akıcı bir dille anlatıyor.
This post is also available in: English
Yorumlar (0) Yorum Yap