Ölüm Anksiyetesi’nin İnsanlıktaki Yeri

Hayatın henüz başlangıcından itibaren kendimiz ve çevremiz için kaygı duymaya başlarız. Bununla beraber yaşamın kaçınılmaz bir şekilde ölümle sonuçlanması bir yana, yetişme dönemi ayrılıkları, hüzünler ve çeşitli travmalar da insanın kaygılarını besleyen pek çok nedenlerden bazılarıdır.
Freud’a göre, insanın başlıca iki temel güdüsü vardır. Bunlardan birincisi, libido adını verdiği cinsiyet güdüsü diğeri isi saldırganlık ve yıkıcılığı açıklamak üzere kullandığı ölüm etkisidir. Varoluşçu felsefe hayatı ölüm, yanlızlık, anlam ve özgürlük gibi temel kavramlarla açıklama üzerinedir. Varoluşçu psikoterapinin temel ilkeleri ise Prof. Dr. Kemal Sayar’a göre şu şekildedir

1.Seçmediğimiz bir dünyaya geldik

2.Seçimler yapmak zorundayız ve sonuçları kesin değil ve bazı seçenekleri reddetmemiz gerek.
3. Hayat kaçınılmaz bir şekilde ölüme doğru gidiyor
Ölüm ankisiyetesinden demişken Irvın Yalom’dan bahsetmemek olmaz. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde psikiyatri profesörlüğü yapmış olan Rus kökenli Yahudi asıllı ABD’li profesör Irvin D. Yalom’un bu konuya yaklaşımını ele alalım ; 
Nietzsche “Neden yaşadığını bilen kişi her durumda hemen her şeye katlanabilir” demektedir. Bu sözüyle o, hayatın anlamlı olmasına dikkat çekmekte ve bireysel problemlerin hayat için önemini ifade etmeye çalışmaktadır. Günümüz modern insanı için hayatın anlamını ifade etmek ise oldukça zor gözükmektedir. Kendini dünyadan soyutlayan, teknolojinin kurbanı olan, bireysel bir hayat yaşayan ve yalnız hisseden, bu yalnızlıktan dolayı kaygı duyan modern insanlar ise varoluşsal problemlerle iç içedir ve varoluşçu yaklaşımın ana hedefindedir. Yalom varoluşçu korku kaynaklarının tanıdık olduklarını vurgular, çünkü onlar herkes tarafından az ya da çok bilinmektedir, varoluş anksiyeteleri de kendini hayatın her anında gösterebilmektedir. Varoluşçu bir terapist olarak terapi sürecini asıl başarılı kılan şeyin teknik müdahale ya da stratejik yöntemlerden ziyade terapistin işin içine kattığı sevgi, şefkat, özen gösterme gibi “ufak dokunuşlar” olduğunun altını çizmektedir

Hayat ne kadar yaşanmamışsa; ölümden o kadar korkarız. / Irvin D. Yalom

Yalom’un üstünde dikkatle durduğu bir diğer konu ise ölümle yüzleşmenin kişisel değişime olan katkısıdır. Ölüme yaklaşmak insanlar üzerinde olumlu etkiler yapmaktadır. Hayat önceliklerini yeniden düzenlemek, özgürlük, yapmak istemediklerini yapmamak, hayatı güçlü bir şekilde yaşamak, hayatın gerçeklerini kabul etmek bunların sadece bazılarıdır. Yalom burada şu soru ile ölümün insanlar üzerindeki etkisine de dikkat çekmektedir: “Olumlu bir kişisel değişimin ölümle yüzleşmenin ardından gelmesi ne kadar da yaygın’’ ?

Ölüm anksiyetelerinin insan hayatı için ne kadar önemli olduğunuvurgulamamız lazım. Hayatın büyük bir kısmı ölümü inkâr etmek ile geçer demektedir. Aslında insan yaşarken ölümden o kadar çok korkmaktadır ki ölümsüzlük fikrine ulaşabilmek için her yolu denemektedir. Biyolojik olarak var olma çabası, dinsel olarak ölümden sonraki yaşam arzusu, sanat eserleri ile var olabilme gayreti, yaşamın aşkınlığı fikri gibi tezahürleri bunun en açık göstergesidir de denilebilir.
Bir diğer konu ise özgürlük konusuna değinmekte, sorumluluk ve irade kavramlarını ele alarak bunları bireyin varoluşsal problemleri açısından değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Bir kişinin özgür olabilmesi kendi sorumluluğunu üstlenebilmesi, davranışlarına kendisinin yön vermesi, dilediğini ve istediğini yapabilmesi, başkasından sorumluluğunu almasını istemenin dahi bir sorumluluk olduğunu vurgulamaktadır. Kendilerini “istemiyorum ya da yapamam” şeklinde ifade eden hastalarına “yapmayacağım” kelimesini kullanmalarının sorumluluk açısından daha doğru bir kavram olduğunu hatırlatmaktadır. Özgürlük ve dahi sorumluluktan kaçış bireyin kendinden ve dünyadan kaçması anlamına gelmektedir. Sartre’nin de dediği gibi: “İnsan kendi hayatından tamamen sorumludur. Yalnızca hareketlerinden değil hareket etmediklerinden de sorumludur” der. Sorumluluğun kapsamını net bir şekilde göstermesi bakımından bu söz önem taşımaktadır. Zorlantı, inkar, sorumluluğun yer değiştirmesi, sorumluluktan kaçma, karar verme bozuklukları; bunların hepsi sorumluluk anksiyeteleridir ve bireye bunlarla nasıl baş edilmesi gerektiğini göstermek gerekmektedir.

Eski bir Hint destanı olan Mahabharata’da sorulur: “Dünyadaki en mucizevi şey nedir?” Yanıt çevresindeki insanların birer birer öldüğünü görmesine rağmen hiç kimsenin kendisinin öleceğine inanmaması olur. Yalom’a da çok ilham vermiş bir İtalyan atasözünde ise şöyle denir: “Oyun bittiğinde, oyun nasıl biterse bitsin bütün taşlar aynı kutuya konur.”
İşte bu iki anlayış arasında yapacağımız tercih, o kısacık hayatlarımızı nasıl yaşayacağımızı belirliyor. Yalom son dönem eserlerinde yaptığı gibi kendisince bu iki anlayışı uzlaştırmaya çalışıyor. Yalom’a göre ölümü inkâr etmek bizim mutluluk arayışımızı baltalar. Hayatın gerçek anlamı en korktuğumuz şeyle, ölümle yüzleşmekte yatar. Böylece sınırlı olduğunu duyumsadığımız hayatımızın her anını çok daha bilinçli kullanabilir ve bizim için gerçekten önemli olan her neyse onunla ilgilenebiliriz. Ölüm anında “ah keşke”li bir cümle kurmamak için bizim için asıl  önemli olanın ne olduğunu şimdiden görmeliyiz.

Ölüm bir finaldir, iyi anılma veya hatırlanma konusunu kendinize dert etmenize gerek yok. Gitmeniz gereken zamanda gitmiş olacaksınız. Bu yüzden yaşamaya bakın.
Ve aynı zamanda ölümün bize son iyiliği bir daha ölümün olmamasıdır
.

Kategoriler: Yaşam

Yorumlar (0) Yorum Yap

/