Devletlerine en parlak dönemlerinden birisini sağlayan Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail, bu iki devletin birbiriyle çekişmelerinde hat safhayı yaşatmışlardır. Söz konusu iki Türk Devleti arasında, zamanın şartlarında cenk meydanına inmeden bir mektup savaşı gerçekleşmiştir.
İran seferi için İstanbul’un Anadolu yakasına geçen Yavuz Sultan Selim, yakalanan bir casus aracılığıyla, Şah İsmail’e gönderdiği ilk mektubunda özetle, “Sen ki, İslam’a saygısızlıkta ileri gitmektesin. Dillerde dolaşmakta olan hareketlerinden dolayı, alimlerin delillere dayanarak senin dinden çıkıp mürtet olduğuna, ayrıca senin ve sana tabi olanların öldürülmelerinin vacip olduğuna fetva verdiler. Zırhımı giyip, kılıcımı kuşandım, sana doğru gelmekteyiz. Sana bu mektubu yollayışımızın sebebi seni gerçek inanca çağırıştır. Şu halde biz senden hemen ülkene dönmeni, gayrı meşru olarak üzerlerinde iddialarda bulunup bize bağlı ülkelerden zorla kopardığın Osmanlı topraklarını bırakmanı da sana öğütleriz. Eğer güven içinde huzurla yaşamak istiyorsan, söylediklerimizi hemen yapmalısın.”[1] demiş ve Şah’ı uyarmıştır. Cevaben Şah, “Er isen meydana gelesin, biz de intizardan kurtuluruz.” diyerek bir kadın elbisesi ile yaşmak yollamıştır. Böylelikle iki devlet arasındaki zıtlaşma önü alınamaz raddeye ulaşmıştır.
Erzincan’dan ilerlemesine karşın Şah’ın hiçbir kuvvetini karşısında göremeyen Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e gönderdiği ikinci mektubunda, “Yapacağım işlerden seni birkaç ay evvelinden haberdar ettim ki, hazırlıklarını tamamlayıp karşıma çıkasın. Erzincan dağ ve tepelerine gelmeme rağmen, sende hala hiçbir hareket yok. Eğer gizlenmekten maksadın askerimin çokluğundan ise, senin bu korkunu gidermek için kırk bin askerimi Kayseri-Sivas arasında bıraktım. Herhalde düşmana bundan daha büyük bir iyilik yapılamaz. Onun için, sende bir parça gayret varsa karşıma çık.”[2] demiştir. Bir kutu afyon sakızıyla birlikte namesini gönderen Şah özetle, “Sana bu mektubumu keyfimce süresini uzattığım bir av eğlencesi sırasında yazıyorum.”[3] diyerek başlayıp II. Bayezıd zamanında ve padişahın Trabzon valiliği sırasında iki devletin dost olduğunu, şimdiki düşmanlığın neden kaynaklandığını ve padişahı savaşa götüren sebeplerin neler olduğunu bilmediğini, eski ilişkilerini değiştirmek istemediğini, mektubundaki ifadeyi bir padişaha yakıştıramadığını, bu mektuptaki ifadelerin afyon ile sarhoş olmuş katiplerin eseri olduğunu, afyonkeş katipler için elçi ile afyon gönderdiğini, iş işten geçmeden sulhün sağlanmasını, bu dostça mektubunun güzellikle karşılanmadığı taktirde Osmanlı ordusuna karşı yürümeye ve savaşmaya hazır olduğunu iletmiştir.
İlerlemesine rağmen karşısına hiçbir ordu çıkmayan Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e gönderdiği üçüncü mektubunda ise, “Bana meydan okudun. İşte ben geldim. Halbuki haftalarca askerimle toprakların üzerinde yürüdüğüm halde ne senden, ne de askerinden bir eser yok. Ölü müsün? Yoksa sağ mısın? Seni çok korkutmamış olmak içindir ki, seçkin askerimden kırk binini buraya getirmeyerek Kayseri yakınlarında bıraktım. Düşman hakkında ancak bu kadar yüksek ruhluluk gösterilir. Fakat kendini gizlemekle devam edecek olursan, erkeklik sana haramdır. Zırh yerine çarşaf, miğfer yerine yaşmak kullanarak, serdarlık ve şahlık davasından vazgeçmelisin.”[4] demiş ve hırka, asa, misvak ve kuşaktan oluşan armağanlar göndermiştir ve Şah’ı karşısına çıkmak için tahrik etmiştir. Nitekim iki ordu Çaldıran ovasında karşılaşmış ve alınan galibiyet ile Safevi malı ve mülkü Osmanlı’ya geçmiştir.
Devirlerinin sayılı devlet liderlerinden olan Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasındaki yazışmalar nesilden nesile etkisini göstermiş ve devletlerarası hediyeleşme kültüründe önemli bir yer kazanmıştır. Ayrıca diplomatik dilde yansımaları da kendisini iyiden iyiye hissettirmiştir.
[1] Celalzâde Mustafa, s. 366. ; Haydar Çelebi Ruznâmesi, s. 43-44; Tâcü’t-Tevârih, IV, s. 177-180
[2] Tâcü’t Tevârih, IV, s. 186; Haydar Çelebi Ruznâmesi, s. 44; Celalzâde Mustafa, s. 368-369
[3] Haydar Çelebi Ruznâmesi, s.47.
[4] Tâcü’t Tevârih, IV, s. 188-189; Celalzâde Mustafa, s. 372.; Şükr-i Bitlisî, s.152-153
Yorumlar (0) Yorum Yap